DERİN DÜNYA SEYAHATİ-9
AMAÇ DÜNYA HÂKİMİYETİ DİR
Küreselciler günümüzün modern engizisyoncularıdır, eski engizisyoncular insanın ruhunu kurtarmak için bedenini yakıyordu, günümüzün engizisyoncusu küreselciler ise, kendi bedenlerini rahata erdirmek için, tüm insanlığın ruhunu yakmak, yok etmek istiyorlar. Bunların her ikisi’ de insan üzerinde hâkimiyet kurmak, dolayısı ile de dünya hâkimiyetini ele geçirmek ve elde tutmak isteğinden başka bir şey değildir. Küreselciler insanlığın ruhunu yok ettikleri anda, engelsiz olarak kullanılacak birer varlık haline geleceğini biliyorlar.
Batının bu günkü tekelci, çifte standartlı ve radikal fikirleri MS.500 ile 1300 yılları arasında yaşanan orta çağda yeşermiş, kökleşmiş ve şekillenmiştir. Batı dini inancı hayatın içinde tamamen uzaklaştırarak tüm kiliseleri tam bir tapınak haline getirmiştir. Batı bu kökleşmiş tekelci ve din dışı, zihin yapısı ile artık ilk Fransa’da başlayarak, inancı, adaleti, kültürü, sanatı ve maneviyatı tamamen terk etme rotasına girmiştir. Batı hayatı kültürün ve insanın denetiminde uzak tutmuştur, dolayısıyla tam bir körlük yaşamaktadır, batı uygarlığın, ilmin ve tekniğin tuzağına düşürmüştür. Batı bu içine düştüğü bu tuzakta toptan ateizme doğru hızla yol almaktadır, çünkü kültürü/inancı dışlayan saf uygarlığın sonu kaçınılmaz olarak ateizmdir, ateizmin sonu ise kaçınılmaz olarak vahşettir, zira kültürü ve inancı hayatın dışına iten, çifte standartlı, tekelci ve radikal zihnin gideceği başka yer’de zaten yoktur. Batı ateizmle dünya hakimiyeti kuracağını sanıyor ama, bu tam bir körlüktür, zira insanlık temeli kölelik olan ve sonucu vahşet olan ateizmi asla kabul etmeyecektir.
Küreselciler planlı olarak insanın iç merkezinin dinamosu olan inanç ile insanın alın teri olan emeğini biri birine düşman etti, bir taraftan emeğinden başka bir şeyi olamayan ve dinden uzak duran ateistler, diğer yandan maddi zenginliğe sahip ancak paylaşmayan ve paylaşmayı reddeden dindarlar oluştu, hâlbuki emek ile inanç birbirinde ayrılamaz bütündür. Kur’an-ı Kerim’de her adımda hak ve alın terini anlatılmaktadır, her cümlede yoksul desteklenmektedir. Kuran hep fakirden yanadır ve paylaşımı zenginlere sert bir şekilde emretmektedir ve mecbur tutmaktadır. inanç ile emeğin birlik olması küreselcilerin işini bozuyor. dolayısıyla bir düşmanlık planladılar.
İşçi sınıfına hak için en güçlü çağırıda bulunan başta Marksistler olmak üzere hemen her hak hukuk savunucusu işçileri her zaman kendi çıkarlarına alet etmişlerdir. Hedefledikleri yönetimi elde etmek için, yada elde tutmak için işçilerin sırtını sıvazlayıp onları kullanmışlardır. Dünyanın her yerinde, işçilere ilgili alınan kararlarda dahi işçiye kendi fikri sorulmamıştır, örneğin sözüm ona işçi ihtilali olduğu yerlere bir bakın, her şeyin önünde komünist parti gelir, sonra parti yöneticileri gelir, işçiler ise ancak son sırada yer bulabilir. Zaten günümüzde fabrikalar işçileri adeta ruhsuz ve düşünemez hale getirmiştir, işçiye her yerde ve yönde baskı vardır. Dünya cenneti kurma hayalinde olan ütopyacılar ve Materyalistler bir yandan işçilere hak hukuk çağırısı yaparken, diğer taraftan ilim ve tekniği hızla ilerleterek ve robotlar üreterek işçinin iş gücüne olan ihtiyacı azaltıyorlar, sonuçta konfor düşkünü olan bu uygarlıkçı Marksistler her ne kadar işçi dostu gibi gözükmeye çaba göstermiş olsa da, günün sonunda işçiye zarar vermekteler. İlmin ve tekniğin hızla gelişmesini en çok isteyen ve savunanlar maalesef, Yahudi kültür kökünden beslenen Kabalacı, ütopyacı, Campanellaist, Babilci, hermetikçi, teknikçi, likitçi, augustinusist ve Marksist materyalistlerdir. Çünkü amaçları işçinin değil kendilerinin rahat edeceği bir dünya cenneti hakimiyeti kurmaktır.
VİCDAN NE ZAMAN PATLAR
Yeniliğe karşı olmak gericilik olduğu gibi, hiç bir şey yapmadan tembellikle gelecekte medet ummak aynı şekilde gericiliktir. Bu sebeple mekânın olanaklarından yararlanarak ve zamanın ruhunu okuyup dikkate alarak kötülüklere karşı devamlı olarak mücadele etmek insanın mesuliyetinin bir gereğidir, zira mesuliyet hissi insanı kötülüklerde korur, dünyadan el etek çekmek insanın kendi mesuliyetinden bilerek kaçması demektir. Buda hayata karşı muhalefet etmektir, ancak vicdan bu muhalefete müsaade etmez, hayat edebi olduğu için patlar, işte bu patlayan vicdan öbür dünyanın ispatıdır. Nasıl mı?
Öbür dünyanın maddi bir delili olmayabilir, ancak başkaları için, adalet için, fazilet için, iyilik için hayatını bilerek ve isteyerek feda eden insanlar acaba bunu hangi hislerle ve hangi inançlarla yapıyorlar, eğer tek bir dünya varsa hayatını başkaları için veren insanların bilerek ipe gidiş kararını neyle ve nasıl açıklayabiliriz ki.? Adalet için, bu dünyada çile ve ızdırap çekerek kendisi için hiçbir şey elde etmeden mağlup olamayı ta baştan kabul eden insanları bizler neden yüceltip galip sayıyoruz ki? Demek ki O mağlubiyeti ta baştan kabul edip başkaları için idama giden de, onu yücelten bizlerde hayatın ebediliğine inanıyoruz. Başkaları için ipe gidenlerin ateist olmaları dahi hiçbir şeyi değiştirmez, insanın şahsiyetini belirleyen ahlaktır, ahlak ise tam olarak dinden doğmuştur. Din yoksa ahlak da yok demektir. Zira ahlak dinin yasaklarında doğmuştur. Bu sebeple ipe giden kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın onun hayatın ebediliğine olan inancını değiştirmiyor. Başkaları için isteyerek ve bilerek başını ipe uzatanlar öbür dünyanın varlığının ve vicdanların patladığının kesin delilidir. İşte bunu bilen küreselcilerin öbür dünya yoktur bu sebeple biz bu dünyada kendimize cennet kuralım yayını keskin olarak kandırmacadır, onlar bu tür kandırmacalarla vicdanların patlamasını önlemek istiyorlar.
SOSYALİZM NEDEN MÜMKÜN DEĞİL
Marksizm’e dayanan, Sosyalizmde insan münasebetleri sadece ölçülere bağlıdır, ahlak kuralları geçerli değildir. Lenin, “sosyalimizde zerre kadar ahlak yoktur” demiştir. Lenin bunu sosyalizmi kötülemek için değil gerçek böyle olduğu için bunu bilerek söylemiştir, bununla birlikte insan yapısı icabı yaşamının her anında daima ahlaka ve şuura göre davranır. Ayrıca sosyalizmde insan mutlaka gurubun kurallarına göre daima bir grup üyesi olarak yaşamak zorundadır, Ancak insan yapısı icabı olarak anti sosyal bir varlıktır dolayısıyla bir sosyal grup içinde yaşayamaz, disiplini kabul etmez, sadece bu sebeplerle bile Marksizm’e dayanan sosyalizmin olabilmesi için insanın şahsiyetinin ve şuurunun olmaması gerekir. Bu günkü sosyalizm Marksizm’e dayanmaktadır Marksizm ise eksiksiz olarak Yahudi’nin kabala felsefesine dayanmaktadır. Bu haliyle kaba kuvvet tek yoldur merhamet ise aldatmacadır diyor sosyalizm işte bunu hiçbir insan hiçbir zaman kabul etmeyecektir. Eğer sosyalizm bir şekilde Yahudi felsefesinde kurtulup insanlığın özünün felsefesine göre yeniden yazılırsa neden olmasın, insanlığın istediği de zaten hakça ve insanca bir yaşan değil mi dir. Kur’an-ı Kerim baştan sona zaten hakkı ve hukuku emretmektedir. Her ne sistem kurulacaksa temel şart gönüllü olmasından yatmaktadır, Mesela İslam’ın 732 den önceki ruhuna yakın uygulamaların olduğu yerlerde asla bir sosyalizm arayışı olmamıştır. Zorla kurulan ve ya zora dayanan hiçbir sistem yaşayamaz.
SOSYALİZMİN İMKÂNSIZLIĞI
Sosyalist düzen kurmak isteyenlerin temel çıkış noktası, insanlar arasında eşitlik tesis etmek ve yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Yoksul olmak ve yaşarken birçok şeyden mahrum olmak, insanlık açısında yürek burkucu ve ayrıca sosyal bir yaradır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek ve insana gerekli olan diğer her şey vardır, buna rağmen dünyanın neredeyse yarısı açlıkla ve yoksullukla mücadele etmektedir.
İşte bu eşitsizliği ve yoksulluğu sosyalizmle çare arayanlar her ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar bu anlayışla çözüm bulamayacakları çok açık olarak ortadadır. Çünkü sosyalistler sistemi zora dayalı olarak kurmak istiyorlar, zorla kurulan bir sistem her ne kadar eşitlik getirse de insanlık ruhunda bir iğrenti meydana getirmekte ve kin yeşermektedir, zira bir işte sonuç kendi hayrına çıksa da O iş zorlama ile yapıldığı için ruhen onaylamaz.
Eşitliğin sağlanması ve yoksulluğun ortada kaldırılması, ancak ve ancak mülkiyet ve üretimin devri ile mümkün olabilir, ayrıca bu devrin devamlı olması gerekir. Sosyalistlerde zaten bunu savunuyorlar, ancak bu sonucu elde etmek için zora başvuruyorlar, mülkiyetin devri ve üretimin eşit dağıtılması toplumun ve özelliklede mülkiyeti elinde tutanlar bu devri gönüllü olarak yaparlarsa eşitlikte devamlılık sağlanmış olur ve yoksulluk sonsuza kadar ortadan kalkabilir.
Peki ama sosyalistler neden zora başvuruyorlar ihtilal yapıyorlar mülkiyet sahiplerini yok ediyorlar yada ülkeden sürüyorlar tam bir iç savaş yürüterek kan döküyor iktidarı alaşağı ediyorlar, ülkedeki tüm mala mülke zorla el koyarak kamulaştırıyorlar, çünkü başka bir yol yoktur, hiç kimse elindeki malı mülkü kimse ile paylaşmıyor, yada fazla malını mülkünü bir yoksula devir etmiyor. Bu gerçeği gören sosyalistler zora başvuruyorlar ve ihtilal yaparak sosyalist bir sistem kuruyorlar, ancak zora dayalı kurulan bu sistem eşitlik getirdiği halde daha ilk günden itibaren insanlar bu sistemi asla kabul etmiyor içine sindiremiyorlar, sonuçta sistem çok kısa bir süre sonra yine yoksullar tarafında yıkılarak yerle bir ediliyor. Çünkü insan vicdanı kendi çıkarına olsa bile zorla getirilen hiçbir şeyi asla içselleştiremiyor ve onu bir şekilde yıkıyor ve ortadan kaldırıyor. Başka türlü yaşayamıyor insan ruhen dara giriyor ruh özgürlüğü olmayan hiçbir ortamı kabul etmiyor. Sonuçta insanlar bir taraftan eşitlik isterken diğer yandan eşitlik sistemini yıkıyor bu bir çelişki değil mi? Ve bunun bir çözümü var mı?
Dünyada 1917 den itibaren kurulan ve yıkılan sosyalist sistemler insanlığa şunu öğretmiştir, insanlık eşitlik istemektedir, ancak bunun gönüllü ve istekle olmasını istemektedir, (aksi halde bir paradoks gibi gözüken ancak gerçekten hiçte paradoks olamayan bu ulvi insanlık isteği sonsuza kadar olsa da kesintisiz olarak devam edecektir.) Zira insanlığın vicdanı haksızlığı da adaletsizliği de kötülüğü de zor kullanmayı da kabul etmemektedir.
Şimdi ise eşitlik zor kullanmadan sağlanabilir mi konusuna bakalım; Sağlanabilir, çünkü eşitsizlik insanların eli ile dahli ile ortaya çıkmaktadır, eğer eşitsizliği ortaya çıkaran şartlar yine insanlar tarafından tersine çevrilebilirse eşitlik gönüllü olarak sağlanır. Gönüllü olmak ancak be ancak insanın inanç merkezinin adalet merkezinin ve vicdan merkezinin yanlışlardan kurtulması ile olabilecektir. Pekala bu merkezler neden yanlışa düşmüşlerdir. Çünkü dini inançlar insanlara yanlış anlatılmaktadır yada dini inançlar bazıları tarafında menfaate alet edilmektedir.
Şöyle ki;
Dünyaya ilk defa yazılı olarak inen Yahudilik dini menfaatçiler tarafından kendi çıkarlarına göre yorumlanarak topluma kabul ettirilmiştir. Yahudilik din yorum gücünü eline geçirenler her şeyin bu dünyadan olduğunu bittiğini dolayısıyla Tanrı’nın da yine bu dünyada ortaya çıktığını, adaletinde yine bu dünyada tecelli ettiğini, dolayısıyla bir başkasını düşünmeye gerek yoktur nasıl olsa artık kimse hesap sormayacaktır korkmaya gerek yoktur. Diyorlar ve düşünüyorlar, Onlar için bu dünyada rahat etmek için güçlü olmak gerekir güçlü olmak için ise asla paylaşmayacaksın diyorlar, işte bu anlayışlarım onları, açlıkta ölenleri görmeyecek kadar vicdansızlatırmış ve acıma duygularını tamamen kaybetmişlerdir. Sonuç olarak Yahudiler gönüllü olarak paylaşmayı asla kabul etmiyorlar.
Şimdi gelelim Hristiyanlığa;
Hristiyanlığın temel yaklaşımı sadece insana hitap eder topluma değil, Hristiyanlık sadece kişi ile ilgilenir, Hristiyanlık yüzünü öbür dünyaya çevirmiştir, Kilise bir tapınma yeridir. Hristiyanlıkta herkes kendi yoluna bakar toplumun sorunları ile ilgilenilmez, Toplumun problemleri için asla mücadele edilmez, Zira Hz. İsa siyasi bir düzen kurmak için savaşmamıştır dolayısıyla, Hristiyanlara göre Hz. İsa aslında bir melektir. Hristiyanlığa göre dünya tamamen şeytanın elindedir, Mesih bir gün gelecek ve dünyayı şeytanda kurtaracaktır. Sonuçta Hristiyanlıkta bırakın paylaşmayı toplumun sorunları dahi sorun değildir, herkes kendinde sorumludur. Açlıkta ölenleri düşünmek onlara göre dinen mecburi değildir.
Geriye ne kaldı;
Doğu Asya dinleri ise tamamen ruhçuluk olarak ele alınabilecek durumda olduğu için toplum sorunları ile ilgilenme diye anlayış mevcut değildir. Nihayet, açlıktan ölenlerin ve zulüm yaşayanların tek umudu İslam toplumlarıdır, Zaten dünyanın açlık çeken bölgelerine bakınca çok açık olarak bu görülür, yardım kuruluşlarının neredeyse hemen hepsi İslam menşei taşıyan kuruluşlarıdır. Gönüllü olarak paylaşmayı kabul eden ve isteyen toplumlar sadece İslam toplumlarıdır. Ancak 732 den sonra İslam maddi menfaatçilerin yönetimine girdiği için tam manasıyla İslam kaideleri işlemiyor buna rağmen İslam’dan başka mülkiyeti gönüllü olarak paylaşacak bir anlayış da ne yazık ki yoktur.
Şu anda dünyanın insanlarının anlayışı ve yaklaşımı bu olduğu için dünyada herkese yetecek kadar her şeyin var olmasına rağmen mülkiyetin büyük kısmı küçük azınlıkların elinde olduğu için dağıtım yapılamıyor ve bir taraftan obezlikten ölenler diğer taraftan açlıktan ölenler vardır.
Öyleyse çare nedir;
Sosyalistler kuracakları sistemin yıkılmasını istemiyorlarsa paylaşımı gönüllü olarak kabul edecek bir sistemi denemekten başka çıkış yolu yoktur, dolayısıyla sosyalistler sosyalizmin kurallarını Yahudi kabala felsefesinde kurtararak yeniden yazmalılar. Paylaşımı gönüllü olarak kabul eden İslam’ı temel almalılar ve İslam’ın kitabı, Kur’an-ı Kerim’i yeniden okuyarak çözümü bulmalılar, Kur’an-ı Kerim’in hitabı tarihseldir ama mesajı evrenseldir, bu anlayışla bakarak okunduğunda en iyi sosyalizmin ve tek kurtuluşun Kur’an-ı Kerim’de olduğu görülecektir. Sosyalistlerin vicdanında halen dram cereyan ediyorsa bunu yeniden düşünmeleri gerekmektedir. Şu andaki Yahudi felsefesinde beslenen sosyalizm ise sonsuza kadar imkânsızdır.
İSLAM İLE HRİSTİYANLIK ARASINDAKİ FARKLAR NELERDİR
İncil insanın şahsına ve iç dünyasına hitap eder, Kur’an ise insanlara hitap eder, Çünkü Kur’an bu yönü ile insan yaşamında herkesin eşit olduğunu, olması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla İslam’da insanlar sınıflara ayrılmaz.
Hristiyanlıkta insan ilahlaştırılmıştır, insan aynı zamanda tanrı-insan olabilir, çünkü bir insanın insan özelliğini koruyarak “İnsanı kamil” olabilmesi kabul görmemiştir. Bu tür anlayışlar ve inanışlar sebebi ile Hristiyanlıkta tek tanrı inancı halen tam olarak yerleşmemiştir. Tek Tanrı inancı insanlık için hayati bir kurtarıcıdır, aksi halde dünya üzerinde sayısız insan-Tanrı türeyecektir ve insanlığın hürriyeti elinde alınacaktır. İşte bu sebeple, İslam’ın kesin olarak tek Allah inancı insanlığın kurtarıcısıdır.
Hristiyanlıkta Allah sadece insanın şahsi dünyasında vardır. Maddi dünya ise şeytanın yönetimindedir bu sebeple Mesih yeniden gelecek ve dünyayı şeytanda kurtaracaktır inancı vardır.
Hristiyanlıkta, kiliseler sadece Tanrı tapınağı olarak kabul edilmiştir. Bu sebeple kiliseler her yerde mümkün olduğunca yüksekçe yerlerde yapılmıştır, içeride loş karanlık ve uhrevilik havası vardır, bunun sebebi insanlar kiliseye geldiği zaman iç havasından etkilenerek tüm dünyevi düşüncelerini unutmasının sağlanmasıdır. Zira kilise tapınak olarak kabul edilmiştir dünya işleri burada düşünülmez ve konuşulmaz. Halbuki İslam’da özellikle Hz. Muhammet zamanında Camiler insanların problemlerine çare aranan yerlerdi.
İslam geldiğinde “kölelere özgürlük” demiştir ve yaşamada yeni bir sosyal değişim gerçekleştirmiştir.
Kur’an Tanrının oğlu yoktur demiştir böylece dünya üzerindeki krallara bağlı siyasi yapıları ve kralların “biz tanrının oğluyuz” iddialarını yerle bir etmiştir,
Hz. Kur’an, bundan sonra peygamber gelmeyecektir diyerek mehdi ve Mesih beklentisini boşa çıkarmıştır, böylece insanlığı ben peygamberim diye ortaya çıkacak sahte kurtarıcılardan kurtarmıştır.
Hz. Kur’an ve İslam’ın Peygamberi Hz. Muhammet (s.a.) bu dünyayı ve öbür dünyayı, maddeyi ve maneviyat insanda toplamıştır.
Hz. Muhammet hayatın içine girerek savaşmıştır ve sosyal adaletin nasıl kurulacağı konusunda önderlik yapmıştır.
Hristiyanlıkta dünya için yada insanların hakları için mücadele yoktur, saf din anlayışı vardır, saf din anlayışına göre şeytanın yönettiği bu dünyayı geride bırakacaksın ve en yükseğe tırmanıp kendi içinde yaşayacaksın.
Hristiyanlıkta Papa’nın yanılmazlığına inanılır, Tüm kararları Papa verir, İslam’da ise doğruların genel olarak kabulü için İcma yani ilim insanlarının ittifakı gerekir.
İslam ilk çıkışı itibarı ile kurtuluşun reçetesidir. Çünkü 730 yıllarında sonra İslam’ı yöneten bazı zalimler İslam’ın içinde sadece malın mülkün hakim kılmak istemiştir. Issız Rebeze çölünün ortasındaki Ebu-zer el Gıfari’nin mezarı bunun değişmez delilidir.
Yeni bir seyahatname yazısında buluşmak üzere sağlıklı, mutlu ve muhabbetle kalın, Rıza Çubuk.
Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.