ANAYASA İNSAN VE İSLAM

ANAYASA İNSAN VE İSLAM

ANAYASA İNSAN VE İSLAM

Çağımızda salt teknik uygarlık insanlık karşısında katlar seviyesinde öne geçmiş ve hümanizma üzerindeki baskısı her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır hür şahsiyeti ve onun hürriyetini tehdit etmektedir. Tehdit en kötü türden bir manevi kölelik kurmak şeklinde etkili olmaktadır bu yeni tehlikenin gücünü azaltmak için geçmişte hükümdarların ve hükümetlerin mutlak iktidarını dizginlemek ihtiyacından nasıl ki anayasa doğmuşsa, aynı şekilde bu yeni salt teknik uygarlık tehdidinin gücünü azaltmak için yeni anayasalara ihtiyaç duyulacaktır.

Hür şahsiyetin tehdidi hapis ve toplama kamplarından daha ciddi bir tehdit seviyesine yükselmiştir. Bu tehdit karşısında hür düşünme kabiliyetlerini koruyabilecek olan gelecek kuşaklar bugün ki neslin dertlerini düşünürken ürpereceklerdir.

Tarihte bilinen ilk anayasa Hammurabi Kanunlarıdır (M.Ö 1840) Tarihte ilk defa devlet tarafından belirlenen kurallar yasa haline getirilmiş ve bu yasalar düzenlenerek anayasa oluşturmuştur.

Hayatta her şeyin öznesi şahsiyet ve ferdiyet olarak insandır insanın ruhu vardır onun hürriyeti kısıtlanırsa zevksizlik kıymetsizlik yükselir buna karşılık manipülasyon ortamı genişler ve insanı kişiliksizleşmeye götürür tekdüzelik ortaya çıkar, hürriyet zayıflayınca hayatın icrasına fertlerin ortak katılımı yok olur bir taraftan icracılar öbür taraftan dinleyici veya seyirciler olur.

Edebiyat ve tefekkür dolayısıyla iç faaliyet azalır ve genel olarak zihnin inkişafı tam olarak icra edilemez. Hürriyet ve katılım azaldıkça geniş halk kitlelerinin iradesini dumura uğratmanın yasal yolla oluşur ve menfaatçilerin önü yasal olarak açılır.

Menfaatçiler yasal yolları kullanarak ucuz ve bayağı eğlenceleri ısrarla tekrarlanmak suretiyle insanları hakikate hiç ilgisi olmayan efsanelere meşgul eder çağımızda toplumun haletiruhiyesini olgunlaşmamış çocukça yani ergenlik çağının ruhi derecesine uyan bir tarzda davrandığın ilim insanlarınca yazılıp çizilmektedir. Bayağı eğlence büyük sansasyonlar kitlesel resmi geçitler ve sloganlara olan temayülü gerçek esprinin yokluğunu kıymetsiz adi neşriyat yayılışını ölçüsüz nefret ve sevgi veya tenkit ve övme parolaları gibi tezahürleri gösteriyor.

Salt teknik uygarlığın hümanizma karşısında katlar seviyesinde öne çıkmış olması insanın doğuştan gelen haklarını toptan tehdit etmektedir…

Geniş halk kitlelerini salt teknik uygarlığın tehdidinde korumak için yeni ve etkili hukukun meydana getirilmesi için hakların ve menfaatlerin korunmasını içeren bir hukuk sistemi gerekir zira sırf menfaat üzerine hiçbir hukuk kurulamaz. Çünkü din menfaati tanımaz, Sırf kamu yararı üzerine de hukuk kurulamaz çünkü kamu yararının gerekçesi ve fertlerin vazgeçilmez hakları tabii olarak birbiriyle bağdaşmaz. Dini dışlayan hiçbir sosyal nizam fertlerin vazgeçilmez hakkını anlamaz.

Haklar ancak doğuştan sa; yani tabiatın veya Allah’ın vergisi ise vazgeçilmezdir. Çünkü onlar insan haysiyetinin birer parçalarıdır işte bu özellikleriyle de zamanı, şartları ve tarihi aşıp yaratılışa kadar uzanmaktadır. Materyalizm bunu reddetmektedir. Marx Yahudi meselesi başlığı yazısında reddiyesini şöyle ifade etmektedir: sözde insan hakları farklı olarak burjuva toplum üyesini yani insandan ve toplumdan ayrılmış kişinin egoist kişinin haklarından başka bir şey değildir. Materyalist ve yararcılığın menfaatçiliğin ideoloğu olan yazar Jeremy Bentham ise reddiyesini; insan hakları saçmalıktır vazgeçilmez tabi haklar ise saçmalığın karesidir diyerek ortaya koymaktadır.  

Marksistler insanın doğuştan gelen hakkı olmadığını, doğuştan herhangi bir hak yoktur bütün haklar kazanılmış ve mücadele yoluyla elde edilmelidir diyorlar. Bundan dolayı Marksizm’e göre tarihin manası hakların çatışması değil menfaatlerin çatışmasıdır.  Yani tarih içinde hak ve haksızlık adalet ve adaletsizlik ahlaki ve gayri ahlaki diye bir şey yoktur. Marksizm’e göre tarihte güçlerin bu boy ölçüşmesinden daha güçlü çıkanın menfaati söz konusudur.  1938 yılında Sovyetlerde başsavcı olan Vişinski şöyle diyor, “hukuk hâkim sınıfın iradesini ifade eden davranış ve kaidelerinin toplamıdır bu kaideleri devlet hâkim sınıfın irade ve menfaatlerine uygun olarak sosyal ilişki ve hallerin emniyetini güçlendirilmesi ve geliştirilmesi uğruna cebren tatbik eder” işte bu yaklaşım Sovyetlerdeki temizleme hareketinin alt yapısını oluşturmuştu. Vişinski’nin ifadesinde ortaya koyduğu gibi Marksizm’e göre hukuk hâkim sınıfın kanuna dönüştürülmüş iradesidir Marksizm göre kuvvet kiminse hak da onundur. Fakat asıl “hak” bunun tam tersidir “güçsüzün hakkı” güçlü olana herhangi bir hak lazım değildir.

Hukuk Güçlünün iktidarının herhangi bir sınırlamasının başladığı ve güçsüzlerin lehine olduğu zamanda ve yerde başlar. Güçlünün iktidarı bir gerçektir fakat hak değildir. İşte Düşünce ve inanç hürriyetinin önemi burada da önemini gösteriyor, her şeyden evvel başka türlü düşünmek ve inanmak hak olduğu gibi her zaman güçsüz olanın güçlüye karşı direniş tarzıdır.

Hukukun hâkim sınıfın iradesi olduğu iddiası bu yüzden hukukun kendisini inkarıdır. Lenin’e göre Hukuk siyasetin tedbiridir, her hukuki bilinç siyasi bilincin bir parçasıdır, Halbuki Hukuk hakkı ve menfaati birlikte muhafaza eder Marksistlerin hukuku inkâr etmesinin arkasında şüphesiz dinin inkârı vardır. Çünkü daha güçlü olanın herhangi bir şekilde sınırlandırılması dini tasavvurlardan başka neye istinat edebilir? Örneğin dinin yasakları olmamış olsa bir millet kolayca imha edip malını mülkünü alabildiği bir azınlığa ne sebeple ve neyin adını tahammül etsin?

Eğer hukuk hâkim sınıfın iradesi ise o zaman Amerika’da beyaz göçmenler yerli halkı bölgelerinden dışarı atarak imha ederken haklı olarak yapmışlardır. Çünkü beyaz göçmenler hâkim sınıf idiler. Lenin’in hukuk anlayışına göre Amerikan beyazları haklıdır… zira hukuka göre hareket etmiş oluyorlar.

Eğer hukuk hâkim sınıfın iradesi ise o zaman işgücünün istismarına karşı direnen işçiler haksızdırlar, çünkü hâkim sınıfın iradesine karşı hareket ediyorlardı. Hukuk mevcut olduğu yerde hâkim sınıfın iradesi olmayıp bir iradeyi sınırlandıran prensip yani müstakil bir prensiptir. Köle sahiplerinin hukuku olan Roma hukuku bile insan hürriyeti prensiplerini bütün insanlar hür olarak doğuyorlar diye ilan etmişti bu ilan olmasaydı Roma hukuku sadece siyasetin bir tedbir olurdu.

Lenin her ne kadar proletaryanın diktatörlüğü kanunla sınırlanmayan ve kuvvete dayanan hakimiyet olarak tarif etse de buna rağmen proletaryanın diktatörlüğü kendini demokrasi olarak göstermek çabası içine girmiştir kendini adalet ve hakkaniyet yani hukuk olarak gösteriyor zira bu gelişme kaçınılmazdır bu çaba her hukukun tabii orijinal ikiciliğin bir ifadesi ve taklidi mahiyetindedir. Zira her hukuk örf ve âdet hukuku olarak başlamıştı hukuk daima ahlaki anlayışları ve ahlakı temel almıştır Hukuk hem hakkaniyetin hem de menfaatin tedbiridir.

Bu ikiciliğin yok edilmesi halinde hukuk, hukuk olmaktan çıkar. Tek başına menfaat, iktidar ve siyaset, koruyorsa yada sadece soyut hakkaniyet fikri veya ahlaki çağırı niteliğini alırsa Her iki durumda da hukuk olmaktan çıkar. İşte bu yüzdendir ki, İslamin dışındaki felsefeler tekçiliği yüzünde hukuk meydana getiremezler çünkü hukuk bir tek prensibe dayanmaz. Hristiyanlık, hukuku dünyayı düzeltmek için olduğunu ve başarısızlıkla sonuçlanan bir teşebbüs olarak görmektedir ve Hazreti İsa’nın Ahdi kadim ile adalet yerine sevgiyi tahakkuk ettirmeye geldiğini söylemektedir. Halbuki, Sevgi dünyevi değil en yüksek uhrevi fazilettir. Materyalizm ise hukuku idealisttik, statik ve hatta geçici bir şey olarak görmektedir ancak esasen hukuk bir yanda gaye gücüdür sosyaldir siyasidir objektiftir ve tamamen dünyaya dönüktür, öbür tarafta ise standart ahlaktır ve Dünya içindeki münasebetlere hakkaniyet prensibini ahlaki düzeninin prensibini yani bu dünyaya ait olmayan her şeyi hukukun içine sokmaya çalışmaktadır. Böyle bakıldığı zaman hukuk iki kutuplu bir birliktir;

Aynen insan ve İslam’ın öyle oluşları gibi. Bu itibarla hukuku tek prensip olarak gören saf din/Hristiyanlık veya Materyalizm hukuk kuramaz.

Hukukun kurulması için insan şahsiyeti niyet hakkaniyet vazgeçilmez insan hakları gibi şeylerle birlikte menfaat ve kuvveti de birlikte kapsaması gerekir. Hıristiyan yaklaşımı olmazsa hukuk gayrı mümkün olur. Yahudi yaklaşım olmadan da hukuk lüzumsuz kalır. Nihayet her hukuk tabiatıyla İslamidir. Ne Hristiyanlık ne de Yahudilik kendi otantik hukukunu kurabilmiştir hukuku ancak İslam meydana getirmiştir.

Tarih açısında bakıldığında hukuk kültürün hayatında olgunluk çağı fenomenidir. İnsanların şuurunda dini ve sosyo politik emellerin dengede bulunduğu zamanda olmuştur. Yani Avrupa’da materyalizmin tam olarak kuşatmasında önceki bir dönemde dini tavır tasavvurların hala kuvvetli ve insanların görüş ve davranışlarına müessir olup da gelmekte olan uygar çağın akli ve yararcı düşünceleriyle büyük ölçüde sınırlanmış bulunduğu andır. İşte bu an İslami denge anlayış anıdır.

İnsanlığın olgunluk çağına girişinden sonra ortaya üç tanınmış üç hukuk sistemi çıkmıştır. Bunlar Roma İslam ve Avrupa hukuku sistemleridir

Tarihte medeni hukuk merhalesi olarak bilinen Roma hukukunun ilk safhası akılcılık ile din yani ahlakın tam bir birliğiyle olgunlaşıp ortaya çıkmıştır.  Roma hukukunun gerçek yüksekliğe ulaştığı o yüce bölümleri ahlak ile akılcılığın birlikteliği sonucunda ortaya çıkmıştır. Hukukun kaideleri şunlardır doğru dürüst yaşamak başkasına hakaret etmemek herkese payını vermek.

İslam’da ise hukuk ile teolojik bir birlik mevcuttur. Bu sebeple hemen bütün büyük dini otoriteler hukuki eserler telif etmişlerdir. Her hukuk bir bakıma İslam’ın tabi eseridir. Avusturyalı yazar (1828) Alfred Von Kremer şöyle yazıyor, orta çağın ilk asırlarında hukuk Fikri’nin gelişmesiyle ve ilmi olarak ele alınmasından önemli başarılar kaydeden tek millet Araplardır. Vardıkları muazzam neticeler evrensel kanun metinleri olan Romalıların eseri ile yayana durmaktadır.

Avrupa tarihinde hukukun gelişmesi kilisenin hakimiyetinden kurtulması ile başlar ve sosyalist öğretilerle sosyalizmin sahneye çıkmasına kadar devam eder birkaç asır süren ve içinde hem Avrupa kültürünün hem de Avrupa uygarlığının unsurları bulunan bu devre Avrupa’nın büyük beyanname ve kanunnameler devridir. Hollandalı hukukçu yazar (1583) Hugo Grotius, Katolik ve Protestan hukuk yazarlarının görüşlerini bir araya getirip hukukun ahlak ve dine karşı bağımlılık derecesini ve aynı zamanda ahlakın ve dinin ne kadar bağımsız olduğunu göstermiştir. Bu düalizmi gözünde tutarak hukukun asıl kaynağının Allah olduğunu görüşüyle bir daha şüpheye mahal bırakmayacak şekilde her hukukun dine bağımlı olduğunu teyit etmiştir.

Hukukun bağımsızlığını yok etmek en aşırı Marksist devlet şeklinde bile mümkün değildir. Tatbikatta dahi iktidarın iradesi ile hukuk tamamen aynı kılınamaz aralarında aşılması mümkün olmayan büyük veya küçük bir uçurum daima mevcuttur. Her hukuk mesafe de standart ister sosyalizm ise aracısız harekete objektivizm yani doğrudan eyleme uyar fiziğin veya biyolojinin alışkanlık ve anlayışların sosyal hayata aktaran sosyalizmin içinde hukukun yeri yoktur zira hukuk fiziğe zıttır. Fizik olmalı diye bir tabir tanımaz her hususta kesinlik ister ve bu böyledir der.

Hukukun manevi kuvvetinin devletin fiziki kuvvetine denk olabileceğini kabul etmek, fikrin maddeden ruhunda eşyadan üstünlüğünü kabul etmek demektir. Eğer bununla iktidarın fiziki gücünde üstünlük kaydediliyorsa mahkemelerin bağımsızlığı mantık dışı bir prensiptir.

Adaleti ilgilendiren bir fiil mevzubahis olunca insanlar hemen hemen istisnasız zımnen ruha inanırlar ve buna göre hareket ederler bir kimse cinayet işlediğini itiraf edip de bunu istemeyerek yaptığını iddia ederse yine de mahkeme davacı müdafaa şahitler mahkemenin tayin ettiği bilirkişi dosyayı kapatmazlar tartışmaya devam ederler konu hakkında nutuklar çeker titiz tahliller yaparlar bunun nedeni kasıttır; çünkü kasıt insanın içinde cereyan etmiş bir olaydır. kasıt, istek, irade ile ilgilisi bulunan şeyler en önemli unsurdur. Yani tarafların hepsi de gerçekliğin yerine ruha öncelik verirler. Vazifesini ihmal ederek bir faciaya ve çok sayıda işçinin ölümüne sebep olan bir maden ocağı işçisinin cezası, zaten bir ayağı mezarda olan ihtiyar bir kadını menfaat temini maksadıyla öldürenden daha hafif olur. Gayri mantıki ve bizi her zaman müşkül görünen böyle bir hüküm ruhun varlığını kabul ve maddi dünyada cereyan eden bir hadise hakkında değil de fiilin ruhunda olan bir şey hakkında karar verdiğimizi gösterir. İnsanların hüküm ve adaleti, niyet eğilim sebep gibi şeyleri ne kadar daha fazla nazar ı itibara alırsa ilahi adalete de o kadar daha yakın olacağını biliyor ve bunun şuurundadırlar… Ahzap süresi beşinci ayeti ise şöyledir. ”Hata ile yaptıklarımız da size bir vebal yoktur fakat kasten yaptıklarınızdan vebal vardır”  Niyeti, kasıtı nazar ı itibara almak asgari de bile olsa Allah‘ın varlığını kabul dolayısıyla materyalizmi reddetmeyi içine alır..

Adaletin uygulanması ve ceza konusunda zıt iki ana görüş vardır. Bu zıtlık suçluya karşı müeyyidenin haklı bir tedbir olup olmaması meselesi ile ilgilidir. Bu ise fiilin serbestçe mi yoksa bazı şartlar altında mı işlenmiş olduğu meselesiyle bağlantılıdır.

Bu iki zıt görüşün; bir tarafındaki ferdiyetçiler müeyyidenin tatbik edilmesini her insanın sahip olduğu seçme hürriyeti ile haklı olarak savunmaktalar.  Öbür tarafında ise failin çevresel şartlara bağlı olarak mecbur kalmış olduğundan cezanın bir manası olmadığını ceza yersizdir tesirsizdir ve haksızdır, tıpkı bir hastaya ceza verilmesi gibi.  Bu sebeple toplumsal koruma maksadıyla aldığı tedbirler doğrudur gereklidir ve yeterlidir… Bu görüşü savunanlar gerçekçilik veya toplumdan hareket etmektedir.

Ferdiyetçilere göre suç işlemenin kabahati insandadır. Pozitivistlere göre ise kabahati toplumun şartları tek kelimeyle insanın dışında bulunan her şeyin olduğu görüşündedir, fakat ne birinci kanaat insanın kötü ne de ikinci kanaat insanın iyi olması demektir.

Ferdiyetçilere göre insana hem iyi hem kötü olmaya imkân verildiği için iki şıktan birinin kaçılmaz olduğu inancına dayanmaktadır. Pozitivistlere göre ise insanın kendine ne iyi ne de kötü olduğu davranışının içinde yaşadığı şartlarca tayin edildiği görüşünü ifade etmektedir.

İnsanın davranışının iyi ya da kötü olması ahlaki kurala bağlıdır. Ancak pozitivistler insanın bağımsız seçme imkanına, hür şahsiyete, dolayısıyla insanın bağımsız bir mesuliyet taşıyıcısı olduğuna inanmazlar. Esasen bu iki ekolden herhangi birinin diğerine daha hoşgörülü ya da daha sert olduğunu düşünmek yanlış olur çünkü,

Toplumsal koruma prensibinden hareket ederek failin karşı alınacak tedbirler bakımında değişik ve hatta birbirine zıt hükümlere varmak mümkündür. Nitekim eğer suç hayat şartlarının bir neticesi ise sertlik haklı olmaz dolayısıyla herhangi bir ceza manasız olur. Öbür taraftan objektif tehlike veya onun önlenmesinin mülahazaları esas alındığı taktirde gayet sert ve tamamen haksız tedbir ve ezalara da başvurulabilir. Hatta ölüm cezasının haklı olup olması ile ilgili tartışmalarda en ağır cezanın müdafileri her iki tarafta da bulunmaktadır.  Mesela İsviçreli hukukçu ve sosyal himaye hareketinin faal bir temsilcisi olan M.Grave İsviçre’de ölüm cezasının yeniden konulmasını savunmaktadır.

Ölüm cezası Ferdiyetçilerin görüşüne göre hür şahsiyete karşı bir müeyyidedir.  Sosyal himaye savunucularına göre ise sosyal mekanizmanın bozulmuş bir parçasının sökülmesi manasındadır. Birinci örnekte daha insani ikincisinde ise gayri insani mekanikçi bir izahla karşı karşıyayız. Çünkü birinci örnekte yaratılış ikincisinde ise tekâmül teorisi esas alınmaktadır.

Ceza ile koruma tedbiri arasındaki fark, cezanın adaleti ve şahsiyeti, tedbirin ise menfaati ve toplumun göz önünde tutmasındandır, cezanın ağırlığı suç nispetindedir; koruma tedbirinin nevi ise, failin teşkil ettiği objektif tehlikeye bağlıdır.

Koruma tedbiri uygulamaları tek başına başka tehlikeli sonuçları ortaya çıkarmıştır. Ortada bir suç olmadan da bir şahsın haklarının sınırlandırılması şeklinde yaşanmaktadır bunun açık örneği Stalin temizleme hareketidir bu hareket sırasında aşağı yukarı on milyon kişi toplumun içinde tasfiye edilmişlerdir. Burada bilhassa bu hareketlerin bir cezalandırma olmayıp sadece toplumun bir kimseye veyahut ta bir şeye engel teşkil eden unsurlarından temizlenmesidir. Sadece koruma tedbiri uygulanan yerlerde yapılan bu tasfiyeler tam bir gizlemedir.

Öbür tarafta ceza ahlaki bir kavramdır, cezanın gayesi yasak bir fiilin icrası ile ahlaki düzende bozulmuş olan dengenin yeniden kurulmasıdır. Ceza ilk defa dini kitaplardan geçmiştir ceza prensibini vurgulayan kanunların arkasında idealist felsefe, toplumsal koruma prensibinin arkasında ise pozitivizm yatmaktadır.

“Muhakeme” hürriyet mesuliyet adalet gibi heyecanlandırıcı ve yüce kavramların çerçevesi içinde cereyan eden tam bir dramdır. Dramın menşei iki türlüdür, adli ve gizemsel (Bloch). Dramın üç birimi vardır mekân, zaman ve aksiyon dram trajedinin adli menşeinden doğmuştur (Benjamin)

Koruma tedbiri yararlılık meselesidir onu hekim, psikolog, sosyolog veya iktidar tayin eder, hâkim değil! dolayısıyla sistem içinde daima bir suiistimalin parçasıdır ve konusudur, burada mahkeme ve muhakeme diye bir şey yoktur zira ahlak ve hukuk olmadığı gibi hürriyet ve mesuliyet de yoktur. insanın haysiyet ve hürriyetinin devamı onun mesul ilan edilmesi fiilinden dolayı da mahkum edilmesidir, müeyyide ve mahkûmiyet hümanizmanın ihlali değildir, çünkü hümanizma sadece şefkat değildir.

Hümanizm, insanı hür ve mesuliyet hissi olan bir varlık olarak teyidi demektir.  Mesuliyetsizliğin ilanı insanın değerini her şeyin aşağısına çeker, İnsan mesuldür; hayvan ve şey ise değildir. Çünkü yaratılış böyledir. Din insanın mesuliyetini ve dolayısıyla insani değerin seviyesinin en tutarlı ilanıdır. Kıyamet/36. Ayetti şöyledir. “İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?” Mesuliyet insani değer ve haysiyetin en yüksek tezahür şeklidir ve ahlaki yani uhrevi manası vardır.

Bütün yargılamalar ilahi mahkemenin sönük bir taklidi mahiyetindedir. Cezanın gayesi ne önleme ne de koruma ve ne de tazmindir. Gayesi yasak bir fiilin icrası ile ahlaki düzende bozulmuş olan dengenin yeniden kurulmasıdır. Diğer bir ifadeyle kısas ceza yöntemi gayri ahlaki bir file ahlaki bir cevaptır. Yani İslami denge anlayışıdır. Dünya bu konuda İslami hukuk anlayışını kabul etmiştir.

En aşırı toplumsal koruma görüşünü savunan kesimler bile şöyle demiştir. İki büyük Dünya harbi arasında pozitif yasamada klasik olan suç-kısas ile sosyal koruma doktrinleri arasında bir orta yol görüşü nihayet galip geldi.  Sosyal korumanın müdafilerinin çoğu bilakis ceza hukukuyla sosyal korumayı yeni bir perspektif içerisinde birleştirmek icap ettiği kanaatindedir. (M.Ancel, La defense sociale 1954)

İslam ceza konusunda din olarak kısas prensibinden hareket eder, fakat İslam din olmakla beraber sosyal korumanın unsurları da kabul etmektedir. İslam 14. yüzyıl İslam ceza hukuku reşit olan suçlular için bir nevi sosyal koruma sistemi olarak telakki edilebilecek bir sistemi sistem getirmiştir. Kur’an’da öngörülen beş büyük suçun istisnasıyla suçların bir kısmı onu mahkemenin serbest değerlendirmesine terk edilmişti. Mahkeme de aynı zamanda işlenen fiili işlediği şartları ve failin şahsiyetini hesaba katmaya mecburdur.

Çağımızda insanlığı tehdit eder hale gelmiş olan salt teknik uygarlığın zararlarının bertaraf edilmesi için Hristiyanlık yani saf dinîn ve materyalizmin yani Yahudiliğin kabullerini de içeren Kuran, Peygamberimizin Sünneti, sahabenin icmaa’ sı ve kıyaslara dayanacak bir anayasa oluşturmak topluma ve dünyaya huzur ve hidayet getirecektir.

Yeni bir seyahat yazısında buluşmak üzere, sağlıklı, sevgi ve muhabbetle kalın. Rıza Çubuk.

Bu gönderiyi paylaş

Bir cevap yazın


Bu ürünü sepete eklediniz:

error: İçerik Korumalıdır !!